Hayvan Özgürleşmesi ve Sosyal Devrim, Brian A. Dominick : 4

Radical Veganism

“Radikallik” ve “Veganlık” da çoğunlukla yanlış anlaşılan iki diğer kelimedir. Dar görüşlü, benmerkezci liberallerin bu kavramları kendi kafalarına göre benimsemeleri bu sözcüklerin başta sahip oldukları potensiyel güçten çok şey götürmüştür. Yine “gerçek” tanımlar üzerinde bir tekel iddia etmeksizin, bu sözcükler için kendi kişisel tanımlarımı ortaya koyacağım.

Radikallik ve aşırı uç olmak, genel kanının aksine kesinlikle eş anlamlı şeyler değildir. Radikal kelimesi Latince “kök” anlamına gelen “rad” kökünden türetilmiştir. Radikallik sağda veya solda ideolojik fanatikliğin ölçü birimini değil, sosyal problemlerin çözümüne önerilen bir yaklaşımı tarif eder. Radikal, tam anlamıyla, çözüm bulmak amacıyla karşısındaki problemin köküne inen kişidir.

Radikaller amaçlarını reformlarla sınırlamazlar. Onlarını işi, mağduriyetlere sebep olanlara ödün vererek, baskının sonucu ortaya çıkan sefaletin acılarını hafifletmek değildir. Bunlar genelde liberallere ve ilericilere kalan görevlerdir. Çoğunlukla reformlarda da belli kazanımlar olduğunu kabul etmekle birlikte, radikal için, zafer dışında hiç bir sonuç tatmin edici bir sonuç değildir—baskının köklerinde devrimsel bir değişim olarak tanımlanan bir sonuç.

Benim tanımımla, saf vejeteryanlık veganlık değildir. İnsan harici hayvanların ürünlerini yemeyi reddetmek, harika bir hayat seçimi olsa da, kendi başına veganlık değildir. Vegan, seçimlerini hayvanlara uygulanan baskı ve eziyetin gerçekte ne olduğuna dair radikal bir kavrayışına dayayarak yapar, ve hayat tarzı seçimler son derece bilinçli ve politiktir.

Örneğin, kendi kendine vegan diyen bazı kimselerin, şirket ürünlerini kaygısızca tüketmelerini hayvanların çaresiz olduğunu ama insanların öyle olmadığını söyleyerek haklı göstermeye çalıştıklarına sıklıkla rastlamak mümkündür[4]. Pek çok vejetaryan, insan özgürlük mücadelelerinin haklılığını kavrayamamakta veya bunları kendi kendilerini savunamayan hayvanların mücadelesine ikincil önemde görmektedir. Bu düşünce şekli liberal vejetaryanın insanların çektiği eziyetlere karşı olan cehaletini sergilemenin ötesinde, aynı zamanda da kapitalist sistemin geneliyle hayvanlara eziyeti sanayilerinin nasıl içiçe geçmiş olduğunu ortaya koyar[5].

Kendilerine vegan veya hayvan hakları eylemcisi diyen pek çok insan, benim tecrübeme göre, sosyal bilimler konusunda ya hiç bir şey bilmiyor ya da yok denecek kadar az bigiye sahip, ve çoğunlukla da toplum ve insan harici doğa arasındaki bağlar ile ilgili “bildikleri” de yanlışlarla dolu. Örneğin veganlardan dünyada açlığın sebebinin canlı hayvan tüketimi olduğunu duymak nadir raslanan bir şey değildir. ABD’nin tahıl üretiminin %80’i sığırlara yem olarak verilmektedir, ve bu dünyadaki açları beslemek için yeter de artar bile. Dolayısıyla, ABD’deki insanların hayvanları yemeyi bırakması durumunda, dünyanın diğer taraflarındaki açların doyurulacağı sonucuna varmak mantıklı görünüyor. Vegan gurusu John Robbins’in bu inancı paylaştığı anlaşılıyor.

Ama bu tümüyle yanlış! Eğer Kuzey Amerikalılar önümüzdeki yıl et yemeyi bıraksa, bir tek açın bile bu ABD toprağında yetişmiş, yeni serbest kalan tahıllarla doyurulması olasılığı oldukça düşüktür. Çünkü dünyanın açlık problemi, “nüfus” problemi gibi hiç te göründüğü gibi bir problem değil. Bu problemlerin kökünde kaynakların yeterli olmaması değil kaynakların paylaşımı bulunmaktadır. Elitler kıtlığı—kaynakların arzının sıkı kontrol altında olması durumunu— iki sebepten isterler. Öncelikle, arz arttığında, malların pazar değeri kati surette düşer. Şu an hayvanlara yedirilen tahıl, eğer ki birden kullanılabilir olsa, bu değişim tahıl fiyatlarını yerlere düşürecek, ve kar marjını yok edecektir. Tahıl pazarında yatırımları olan elitlerin çıkarlarıyla hayvan pazarında yatırımları olan elitlerin çıkarları birbirine denktir. Vejetaryanlar sebze ve tahıl çiftçilerinin iyi hayvan yetiştiricilerinin kötü olduğunu düşümeye meğillidir. Gerçek şu ki, sebze de bir maldır, ve sebze endüstrisinde parasal çıkarları olanlar ürünlerini daha çok üretip daha az kar etmek pahasına insanların kullanımına sunmayacaklardır.

İkinci olarak, ulusal ve küresel yiyecek dağıtımı politik bir araçtır. Hükümetler ve uluslararası ekonomik organizasyonlar yiyecek ve su arzını dikkatlice manipule ederek halkları kontrol altında tutmaktadırlar. Yeri geldiğinde, yiyecekleri aç insanlardan uzak tutmak, onları zayıf ve uysal kılmak için bir araç olarak kullanılabilir. Başka bir zaman, yiyecek dağıtımı ayaklanma sınırındaki bir topluluğu yatıştırmak için bir strateji olabilir.

Bütün bunları bilince, özel sektör çıkarları tarafından sıkı sıkıya kontrol altında olan ABD devletinin “sanayiyi çöküşten kurtarmak” için, tahıl üretmemeye mali destek sağlayacağını tahmin edebiliriz. Çiftçiler büyük ihtimalle tahıl yetiştirmemek, veya yetiştirdikleri tahılları yok etmek için mali yardım alacaklardır.

Et sanayiini boykot edip, açığa çıkacak kaynakların açları doyurmak için kullanılacağını ummak yetmez. İnsanların ihtiyaçlarına karşılık veren bir sistem kurmalıyız, ki bu da sosyal devrimden geçer.

Bu hayvan ve insan istismarı arasındakı pek çok bağlantılardan yanlızca biri, ama toptan bir devrim gereğini net bir şekilde ortaya koyan bir örnek. Hayvanlar ve insanlar arasındaki ilişkilerdeki bir devrim çok dar hedefli ve, modern toplumun yapısı nedeniyle başarısız olmaya mahkum. Hayvanların istismar edilmesinin en baştaki sebeplerinden biri hayvanların suistimalinin kazançlı olmasıdır. Vejeteryanlar genelde bu kadarını anlarlar. Ancak et sanayisi (süt ürünleri ve canlı hayvanlar üstünde yapılan deneyler vs. dahil), tek başına bir varlık değildir. Et sanayiisi, pazar ekonomisine dayalı kapitalizm yokolmadığı sürece yokolmayacaktır, zira ikincisi birincisine ortam sağlamakta ve önayak olmaktadır. Ve kapitalistler için, hayvan istismarının sağladığı kolay kazanç dayanılmaz çekiciliktedir.

Kazanç dürtüsü hayvan istismarına teşvik eden tek sosyal faktör değildir. Gerçekten de ekonomi, sosyal ilişki türlerinden yanlızca biridir. Buna ek olarak, hayvanların insanlar tarafından kullanılmak için var olduğu algısını belirlediğini gösterebileceğimiz, politik, kültürel ve kişiler arası ilişkilere de sahibiz.

Hristiyan İncili, ve genel olarak Batı dinleri, insanların insan harici karşıtlarını kendi ihtiyaçları için kullanabilmelerine izin veren “kutsal hak” kavramına referanslarla doludur. Tarihin şu noktasında, insanların hayvanları istismara gerçekten ihtiyaç duyduklarını düşünmek bile absürttür. İnsan harici hayvanların acılarından kazanabileceğimiz oldukça azdır. Ama bugün onlar için bir zamanlar duymuş olabileceğimiz herhangi bi ihtiyacın ötesine evrilmiş olsak da tanrı iddiaya göre onları kullanabileceğimizi söylemiştir.

Canlı hayvanların üzerinde deney yapanlar, insan harici canlıları kullanarak öğreneceklerimiz olduğunu iddia eder ve bu iddia üzerinden duyarlı varlıklara işkence edilmesini ve onların katledilmesini haklı göstermeye çalışırlar. Radikaller, veganlar gibi, şunu anlamalı ki hayvanlardan öğreneceğimiz tek şey çevremizle nasıl huzur içinde, makul bir ilişki içinde yaşayabileceğimiz. Hayvanları doğal ortamlarında gözlemeli, ve onların doğalarıyla ilişkilerini mümkün oldukça kendi doğayla ilişkimize uygulamalıyız. İnsanlar ve doğa arasındaki uyumun böyle anlaşılması, bir gün hayvan işkencesi “bilimi” aracılığıyla kanserin tedavisinden çok daha fazla hayat kurtaracak ve çok daha fazla hayatı anlamlı kılacaktır. Sonuçta, bir çok kanser türünün kökünde doğanın insanlar tarafından acımasızca kullanılması yatmaktadır. Hiç bir radikal böyle bir problemin çözümünün hayvanlar üzerinde deney yapmak aracılığıyla daha fazla doğa tahribinden geçeceğini düşünemez.

Irkçılık ve türcülük arasındaki —siyahlara karşı olan tutumla hayvanlara karşı olan tutum arasındaki— bağlantılar da açık bir şekilde ortaya konulmuştur. “Korkunç karşılaştırma: İnsan ve Hayvan köleliği” adlı kitabında, Marjorie Spiegel dikkatli bir şekilde hayvanlara karşı olan davranışları, beyazlar tarafından “aşağı ırklara” karşı şaşırtıcı paralellere dikkat çeker, bu davranışların ezen ve ezilen arasındaki aynı temel ilişkilere dayandığını iddia eder. Spiegel’in ortaya koyduğu gibi, beyazların beyaz olmayanlara karşı davranışları tarihsel olarak korkutucu derecede insanların insan olmayanlara karşı davranışlarına benzerlik göstermekteir. Bu baskılardan birinin doğru olup diğerinin olmadığına karar vermek bilinçli olarak kişinin dünya algısını sınırlandırmasıdır; çoğunlukla kişisel olarak daha kolay olduğu için, kendini gönüllü cehalete mahkum etmesi. “Bir seferde bir dava” der tekilci düşünür[6], sanki içiçe geçmiş bu dinamikler birbirinden temizce ayrılabilirmiş gibi.

Ataerkil yaşam biçimi ve türcülük şeklinde vuku bulan, insan merkezcilik sebebiyle ortaya çıkan erkek egemenliği Carol Adams tarafından Etin Cinsel Siyaseti (The Sexual Politics of Meat) adlkı kitabında şiirsel bir netlikte teşhir edilmiştir. Feminizm ve veganlığın pek çok ortak noktası, ve birbirlerinden öğrenecekleri çok şey vardır. Ataerkil bakış ve hayvanlara yapılan muamele arasında somut karşılaştırmalar yaptıktan sonra, Adams vegan ve feminist yaşam biçimleri arasındaki derin bağlantıyı anlatır ve okuyucularını bunun farkına varmaya çağırır.

İnsanlar arası ilişkiler ve insan-hayvan arası ilişki arasındaki, şu ana kadar bildiğim kadarıyla pek irdelenmemiş karşılaştırmalar arasında, yetişkinlerin çocuk ve genç bireylere davranışı ve yetişkinlerin yaşlılara davranışı da bulunmakta. Bütün bu durumlarda, baskıya uğrayan davranışlarının tüm sorumluluğuna sahip olmayan biri olarak görülüyorlar. Örneğin çocuklar ve yaşlılar (sorumluluk konusundaki, gerçek potensiyellerinden bağımsız olarak) zayıf ve yetersiz olarak görülürler. Yaşçılık, yetişkin-rejimi adı verdiğim, yetişkinliğin, yaşlı veya gençlerde bulunmayan bir sorumluluk niteliğine sahip olduğu görüşüne temellerini dayamaktadır. Hayvanlar gibi, yaşçılık tarafından ezilenler bireysel karakter ve değer sahibi olmayan nesneler gibi muameleye maruz kalmaktalar. Fırsat buldukça sömürülüp, “şirin” oldukları düşünüldüğünde şımartılırlar, ancak neredeyse hiç bir zaman yetişkinlere gösterilen saygı kendilerine gösterilmez. Çocuk, yaşlı ve hayvanların, yaşayan, düşünen duyarlı varlıklar oldukları gerçeği, yetişkinlerin üstünlük ve güç mücadelesinde bir şekilde kaybolup gider. Ataerkillikten pek de farklı olmayan bir şekilde, yetişkin-rejimi de resmi bir hiyerarşi gerektirmez: Egemenliğini, kurbanlarını yetişkin zalimlerinden gerçekten de daha az değerli olduklarına ikna ederek sağlar. İnsan olmayanlar da kolayca değersizleştirilebilir. Kişisel özelliklerin geliştirebilecekleri özgürlüklerden onları tümüyle alıkoymak bu yönde ciddi bir adımdır.

Devletin hayvanları sömürenlerin yanında olduğuna şüphe yoktur. Bir kaç istisna dışında, kanunlar kararlı bir şekilde hayvan karşıtıdır. Bu et ve süt ürünleri endüstrisinin, canlı deneylerin ve hayvanların savunma sanayiinde kullanılmasının teşvik edilmesiyle olduğu kadar hayvan sömürüsü endüstrisine direnenlere karşı tavrıyla da ortaya konulmaktadır. Siyasetçiler, devletin neden hayvanları koruması gerektiğini hiç bir zaman anlamayacaklar. Sonuçta sosyal hayatın her aşaması onların suistimalini onaylamakta ve buna destek olmaktadır. İnsan seçmenlerinin şu anki çıkarları doğrusunda hareket etmek, ne kadar absürt olursa olsun, her zaman için, henüz oy hakkına sahip olmayan dev bir hayvan krallığının çıkarlarına aykırı davranılmasına yol açacaktır.

Ama, bu notada anarşist sorar, eğer her bir hayvana oy hakkı verilir, ve hayvanların korunma ihtiyaçları bu oy verme sürciyle ortaya konulursa, daha iyi bir topluma mı sahip olacağız ki? Yani gerçekten devletin insanlar ve hayvanlar arasında durmasını mı, yoksa böyle bir bariyere olan ihtiyacın ortadan kalkmasına mı ihtiyacımız var? Çoğumuz, hayvanların tüketimi konusuna insanları zorlanmadan karar vermesinin en etkin seçenek olduğu konusunda hemfikirizdir. Sonuçta eğer alkol Yasağı bu kadar suça ve şiddete sebep oluyorsa, et yasağının nasıl bir sosyal çatışmaya sebep olacağını bir düşünün. Nasıl ki Uyuşturucuyla Savaş, kimyasal bağımlılık ve bununla birlikte ortaya çıkan “yeraltı dünyası” problemleri üzerinde en ufak bir düzelmeye sebep olmayacaksa, yasalar kullanılarak yapılacak her hangi bir Etle Savaş da hayvan sömürüsünü azaltmaya yol açmayacak; yanlızca daha fazla probleme sebep olacaktır. Bu tarz problemlerin kökünde sosyal bir şekilde yaratılıp güçlendirilen, gerçekte hiç de ihtiyacımız olmayan bir şeyi üretmek ve tüketmek arzusudur. Şu anki toplumumuzla ilgili herşey bize uyuşturucuya ve ete “ihtiyacımız” olduğunu söyluyor. Yapmamız gereken o toplumu yok etmek!

Vegan, insan harici olanların sömürüsünün tekçil bir anlayışının ötesine geçmeli ve bunun köklerinin insanlar arasındaki sosyal ilişkilerde olduğunu anlamalı. Ayrıca, hayat biçimini, insan sömürüsüne karşı da direnişi içerecek şekilde genişletmeli.

Buraya, yani hayvanat bahçesine, bu hipnotik cazibe mekanına insanlar, kendi içgüdülerini kafeslerde, steril bir ortamda görmek için gelirler. İnsan türüne ait olan, ancak kapitalizm tarafından bastırılan her şey güvenli bir şekilde hayvanat bahçesinde yeniden ortaya çıkar. Saldırganlı, cinsellik, hareket, şehvet, oyun ve tam da özgürlük dürtüsü erkek, kadın ve çocukların yabancılaşmış eğlencesine meze edilmek için kıstırılıp sergilenir. İşte insanoğlunun istek duyduğu herşeyin, insan varlığının gerçekliğinden ayrıştırıldığı derecede var olduğu zararsız bir gösteri… Kölelik koşulları hemen şu soruyu akla getirir: Kurtulma olasılığı nedir? İnsanlar ve hayvanlar arasındaki devrimsel dönüşümün bugün şartlarında düşünülemez olduğunu söylemeye pek gerek yoktur.

—Sürrealist Grup

Siyahların (veya baskı altındaki bir başka grubun) acılarıyla karşılaştırma yapılması yanlızca; hayvanların nasıl olduğuyla ilgili yanlış kavramlara sahip türcü için rencide edicidir. Ezilen kardeşleriyle karşılaştırılmaktan rencide olan, zalimlerin propagandasına kanıyor demektir. Hayvanlara olan benzerliklerimizi reddetmek, kendi gücümüzü küçümsemek ve reddetmek demektir.

—Marjorie Spiegel, Korkunç Karşılaştırma

Leave a comment